Başar Başarır: Sansürün etkisi sahnelere kadar ulaşamadı
Sait Faik Hikaye Armağanı, Yunus Nadi Öykü ve Roman Ödülleri’nin sahibi Başar Başarır’ın yeni kitabı ‘Dünyanın Bütün Fıstıkları’, Can Yayınları tarafından yayımlandı. Başarır, kitapta birbirine tamamen zıt iki kardeşin yıllar sonra bir araya gelmesini anlatıyor. Okuyucu, çekingen, uyuşuk ve hayata karşı kırgın Seyfi ile uçarı, kendinden başka bir şey düşünmeyen Aksel arasında gidip geliyor.
Başar Başarır’la yeni kitabından hareketle yazarlığı ve hayatı konuştuk.
‘Dolunay İki Gece Sürer’ kitabınızda hem Türk-Yunan dostluğunu ve çekişmesini hem de bir baba kız çatışmasını anlatıyordunuz. Bu kez ‘Dünyanın Bütün Fıstıkları’nda iki kardeş çekişmesini anlatıyorsunuz. Ailevi ilişkilerin çetrefilliği neden bu kadar ilginizi çekiyor?
Aslında hepimiz insanı anlatıyoruz. İnsan denen garip hayvanın mutluluk peşinde, para peşinde, aşk peşinde, beğenilmek ve sevilmek tutkusuyla şekilden şekle girişini anlatıyoruz. Aile denen çok köşeli çember de insani çelişkilerin en kolay keskinleştiği, okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği tanıdık bir ülkedir. Evet, ben iki romandır oralarda geziniyorum. Ama bu bilinçli bir tercih değil. Yani aşağı yukarı benzer bir anlatıyı komşular arası çekişmeler üzerine de kurabilirdim. Kaderin cilvesi, baba-kız meselesinden sonra bu kez de kardeşlik ağrısı çeldi aklımı, oradan yürüdüm.
Kitabı ağabeyiniz Burak Başarır’a armağan ettiniz. Ağabey kardeş aranız nasıl, birbirinize her konuda danışır mısınız? Bu kitabı çıkmadan önce okudu mu, ne yorum yaptı? Bir de kitapta Aksel’in sağlık durumuyla ilgili teknik bilgiler kısmında malum doktor olduğu için yardımı olmuş olabileceğini düşündüm.
Ağabeyimle aram gayet iyidir. Hemen her gün mutlaka görüntülü olarak görüşürüz. Birbirimizin selametinden, esenliğinden emin oluruz. Ama bu her zaman böyle değildi. Küçükken biz de kedi-kolonya ikilisi gibiydik. Uzak dururduk. Kardeşliğin tadına, belki şu dünyada yalnız kaldıktan sonra vardık. Romandaki kardeşlerle benzerliğimiz bu geç kalıştaki benzerlikten ibaretti. Gerisi edebiyatın konusu.
Evet, Dr. Burak romanı yazılma aşamasında parça parça okudu. Basıldıktan sonra bir bütün halinde tekrar okudu mu, emin değilim. Olumlu ya da olumsuz bir yorumunu hatırlamıyorum. Sadece bu işle, genel olarak yazma işiyle uğraştığım için mutlu olduğunu biliyorum. Elbette ki tıbbi meselelerde uzmanlığından yararlandım. Sadece ondan değil, başka bir doktor arkadaşımdan da yardım aldım. Ancak tıbbi bilgilerin mühim bölümü şahsi tecrübelerimle ve kişisel merakımla edindiğim şeylerdir. Bu açıdan bakıldığında, kesinlikle yatırım tavsiyesi içermezler. Sakın evde denemeyin.
‘ZİHNİYET SORUNUNA İSYAN ETMEMEK MÜMKÜN DEĞİL’
Kitap sadece iki kardeşin anlaşamaması üzerine kurulmuyor tabii… Doğa, insanlığın doğaya verdiği zarar da var. Son dönemde de Akbelen Ormanları’nı konuştuk. Bu kitap da biraz üzerine geldi gibi. Eminim başka etmenler de olmuştur ama bu muydu sizi yazmaya ateşleyen?
Akbelen hadisesi ben romanı yazıp bitirdikten epey sonra peyda oldu. Yani tamamen tesadüftü ya da değildi. Şu yaşadığımız ülkede, katlanmak zoruna olduğumuz düzen ve maruz kaldığımız yönetim biçiminde Akbelen benzeri doğa katliamlarının yaşanması kesinlikle tesadüf değil. Korkarım daha nicelerine tanıklık etme felaketini yaşayacağız. Benim içimde Kozak’taki maden ocaklarına karşı bir şeyler söyleme arzusunu ateşleyen o bölgede bizzat tanıklık ettiğim doğa yıkımıdır. Zaten Bergama bölgesi, 1990’lardan beri siyanürle altın aranması ve bu bakanlık onaylı katliama karşı bölge halkının organize biçimde direnmesiyle ünlenmişti. Maalesef yerel çabalar ve kişisel fedakarlıklar çok sınırlı kazanımlar getiriyor. Bu bir düzen, bir zihniyet sorunu. Üstelik ülkemize de özgü değil. Sistem diyor ki kısa vadede kazanılacak cüzi bir miktar para uzun vadede oluşacak doğa tahribatına yeğdir. Bu körlüğe isyan etmemek mümkün değil. Bilmem yanılıyor muyum?
‘FISTIĞIN GİZEMİ İLGİMİ ÇEKTİ’
Romanınıza fıstık ismini vermeyi konuşalım mı? Dünyanın neden bütün fıstıkları bu kitabın adında birleşti?
Romana isim koymak çok zor iş. Ne deseniz biraz eksik kalıyor. Sizin de gayet isabetli bir biçimde işaret ettiğiniz gibi kitapta başat çelişki kardeş kavgası. Ama bu kavga köy dekorunda ve yine birbirleriyle kavga eden (kardeşliğin tadına varamamış) köylülerin arasında yaşanmakta. İnsanlar birbirine kıyarken olan tabiata oluyor. Şimdi tarif ettiğim tabloyu temsilen bir ad koymak, eskilerin deyimiyle “efradını cami, ağyarını mani” bir isim bulmak hiç kolay değil. Bu zor işle epey cebelleştim. Sonunda fıstıkları seçtim. Çünkü fıstık kozalağın karnında kilitli. Orada sessizce zamanını bekliyor. Ortaya çıktığında da çok insan onun nereden, nasıl geldiğini bilmiyor. Bu gizem, bu sihir aklımı çeldi. Sonuçta romanın cümlesi belki bu değildi ama yerine geçecek bir başkasını da bulmayı beceremedim. “Bırak dağınık kalsın” demek bazen tek çare oluyor.
‘UYDU SİNYALLERİNİ ZAPTURAPT ALTINA ALMAK YARATICI İNSAN AKLINI ESİR ETMEYE YETMİYOR’
Reklam ve medya sektörünü çok iyi anlatıyor, o kötü halle ince ince dalga geçiyorsunuz. Siz de medyanın içinde bulunmuş ve hala takip eden biri olarak gidişatı nasıl görüyorsunuz? Medyanın ve reklam sektörünün hemen insan harcayan, acımasız halinin değişmesi için sizce umut var mı?
Yine düzen meselesine geldik. Ben 30 sene kadar medyada çalıştıktan sonra 2020 itibarıyla, biraz da zorunlu olarak, emekli oldum. Gördüğümü şöyle tarif edebilirim: An itibarıyla Türkiye’de televizyonun beyin ölümü dört başı mamur şeklide gerçekleşmiştir. Bunun da iki sebebi vardır. Evvela, mevcut iktidar çok sesli bir medya düzenine tahammül edebilecek olgunluğa hiçbir şekilde ulaşmamıştır. Bu istikamette en ufak eğilimleri dahi yoktur. İkinci olarak da teknolojik gelişmeler televizyonu geride bırakmıştır. TV yayını biliyorsunuz tek merkezden ve tek yönlü yapılır. İzleyiciler tamamen edilgen, katılımdan uzak ve seçeneksiz olarak konumlanır. Herkes ekranda akan sinyali kuzu kuzu takip etmekle yetinmek zorundadır. Bu geçtiğimiz asrın zihniyeti. Çok gerilerde kaldı artık.
Önce internet, sonra sosyal medya geleneksel yöntemleri ezip geçti. Hele Türkiye gibi merkezi yayınların kıskaç altında tutulduğu, belli bir bakış açısının dışına çıkılamayan medya ortamlarında genç kuşak derhal alternatiflere yöneldi. İlginçtir, TV’nin bu çöküşü sadece yeni mecraları değil, çok eski ama temel bir sanat olan tiyatroyu da yeniden canlandırdı. Çünkü tiyatrolar hala görece özgür. Orada gönlünüzce muhalefet yapabilirsiniz. Sansürün etkisi sahnelere kadar ulaşamadı.
Soruya dönersem, elbette ki umutluyum. Ticari iletişim de kamu hizmeti olan kitle iletişim de kendine yeni kanallar bularak akmaya devam ediyor, edecek. Uydu sinyallerini zapturapt altına almak yaratıcı insan aklını esir etmeye -neyse ki- yetmiyor.
‘SEYFİ BİR ANTİ KAHRAMAN’
Kitap, Seyfettin kardeşi Aksel’e göre geri planda kalsa da onun kadar başarılı görünmese de onun kadar yakışıklı olmasa da başka bir gücü ve hayata karşı kazanmışlığı var aslında ya da ben öyle okudum ve sizin de bunun altını çizdiğinizi düşündüm. Doğru mu?
Seyfi tam bir anti kahraman, haklısınız. Uyuşuk, çekinik, sessiz. Yazarken bu haliyle beni kızdırdığı da oldu ama kızdıkça daha derinleştim karakter üzerinde. Yazmak bir taraf tutma işi değil. Anlatıcı sesinin Seyfi’yi kayırır gibi duyulmasını istemedim. Lakin şunu da anlıyorum. Bütün o dört yüz sayfada, Meryem Ana dışında, mutlak iyiyi ve mutlak doğruyu temsil etmeye aday olabilecek dahi başka bir karakter yok. “Aksel gibi oynak olacağıma, Seyfi gibi donuk kalırım daha iyi” denebilir. Bu da okurun tercihidir. Söz bana düşmez.
‘ERKEK AKAR GİDER, KADIN GÖL OLUR, BİRİKİR’
Bir de kitaptaki kadın karakterlerin, erkek karakterlerden daha toparlayıcı ve güçlü olması da kadına hak ettiği itibarı vermek için miydi?
Hep öyle değil midir? Erkekler akar gider, kadınlar göl olur, birikir. Eğer gezegenimiz erkeklerin elinde kaldığı için böyle perişan olmuşsa, ki bence öyle, sanırım bu savın devamında kaçınılmaz olarak “dünya kadınlar sayesinde daha iyi bir yer olacak” yargısına varırız. Ben de oradayım zaten. Şapkayı taktım, altında bekliyorum.
‘GÖZÜM ŞAİRLİĞİ YEMEDİ’
Başar Başarır nasıl yazmaya başlar? Kendi kitaplarını daha sonrasında okur mu? En çok kimin eleştirisini dikkate alır?
Yazmaya lise yıllarında şiirle başladım. Şairliği gözüm yemedi, yaradılış itibarıyla benim becerebileceğim bir şey değildi. O hayata cesaret edemedim, diyelim. İlk öykü kitabım 1992’de çıktı. Art arda yedi öykü kitabı yayımladıktan sonra yazıp bitiremediğim ilk hikayeyle birlikte 2013 yılında dümeni romana kırdım. İlk romanım Sibop 2017’de okurlarla buluştu ve çok iyi karşılandı. Hatta mühim bir ödüle de layık görüldü. O saatten sonra romanda takılı kaldım. Lakin öykücülükten gelen teknikten hiç uzaklaşmadım. Yazdığım üç romanı da öyküler halinde, yani bölüm bölüm yazdım. Bu şekilde yazınca da ilk okurum hep değerli eşim Deniz Yüce Başarır oldu. Onun okumalarına, yorumlarına, beni yerden yere vuruşuna çok şey borçluyum. Esasen her eleştiri benim için kıymetlidir. Özellikle de olumsuz eleştiri. Şöyle düşünün: Bu çağda, bu zamanda kim kime durup dururken (bedava) akıl verir? Eğer birisi size yaptığınız yanlışı, eksiğinizi, beceriksizliğinizi söylüyorsa; bundan bir çıkar beklediğinden değil, size veya eserinize değer verdiği için söylüyordur. Kitap yayımlandıktan sonra yazarından çıkar ve artık okurun malı olur. Ben kendi yazdıklarımı tekraren okumak yerine diğer yazarları okumayı tercih ediyorum. Hayat kısa, kütüphane büyük.